26 Ocak 2020, Beyzanur Armağan, Kudüs Araştırmaları, Müif Blog
“Savaş bizi başka bir savaşa sevk eder. Bir savaştan diğer savaşa… Neyin savaşına?
Burada cümle düğümleniyor ve söz tıkanıyor…”
Tantûralı Kadın, Radva Aşûr
Geçtiğimiz yüzyıldan itibaren Ortadoğu’da süregelen kriz ve çatışmalar sebebiyle bölgede cereyan eden hadiselerden bağımsız olarak Filistin toprakları daima odak noktası olmuştur. Jeopolitik öneminin yanı sıra dini bir merkez olması sebebiyle de uluslararası hareketliliğin merkezini oluşturmuştur. Bu yazımda bölge üzerinde hak iddia eden Yahudilerin hangi aşamalardan geçerek Filistin topraklarına yerleştiğini, hali hazırda orada bulunan Filistinli yerli halkın planlı bir şekilde nasıl yerinden edildiğini, yurtlarına geri dönüş yollarının nasıl tıkandığını anlatacak ve “Filistinlilerin kendi istekleriyle topraklarını terk ettiği” iddiasına cevap vermeye çalışacağım.
1917 yılında Filistin’de bir Yahudi vatanı kurulması için karar alınan Balfour Deklarasyonu’nun ilan edildiği dönemde Filistin’de sayıları 50 bin olan Yahudiler, Arapların 1/10’u kadar nüfusa sahipken deklarasyonu müteakiben başlayacak İngiliz mandası altındaki ilk 10 yılda sayıları artarak 175 bine ulaşmıştı. Yahudiler bu dönemde kendi enerji bakanlıklarının temellerini atmış, kendi elektrik santrallerini kurmuş, imar ve su kurumlarını oluşturmuş ve Yahudilere ordu kurma izni verilmişti. İngiliz Hükümeti tarafından 1925 yılında Birleşmiş Milletlere sunulan rapor, bölgeye göç eden 33 binden fazla Yahudi’nin Filistin uyruğuna geçirildiğini, 13 yeni yerleşim yerinin inşa edildiğini kaydetmiştir. Manda yönetimi altında gün geçtikçe artan Yahudi göçleri ve kurulan yerleşimlerini, Filistinli halkın yaşadığı köylere yapılan baskınlar ve işgaller takip etmişti.
29 Kasım 1947’de İngiltere’nin Filistin topraklarındaki manda yönetimine son verip Filistin-İsrail mücadelesini Birleşmiş Milletlere havale etmesinden sonra Nisan 1948’den itibaren baskın ve katliamlar “D Planı”nın uygulamaya konulmasıyla artış göstermişti. D Planı; “köyler ve yerleşim yerleri bombalanacak, evler ateşe verilecek… ve son olarak hiçbir yerlinin geri dönmesine müsaade etmemek için yerlere mayın döşenecek” maddesini içeren askeri plandı. Nitekim 9 Nisan 1948’de 254 Filistinlinin öldürüldüğü Deyr Yasin katliamı ile plan harfi harfine yerine getirilecekti.
İsrail Devleti’nin kuruluşunun resmi olarak ilan edildiği 14 Mayıs 1948 tarihine kadarki süre zarfında Siyonist militan grupların Filistinli halka -tabiri caizse- “sıra size geliyor” deme şekli olan bu saldırılar amacına ulaşmış, birçok köylü yerlerinden ayrılarak göç etmişti. D Planı kapsamında 200 köy daha İsrail Devleti resmi olarak kurulmadan boşaltılmıştı. Bu köylerin işgalini daha sonra büyük kentler takip etmiş, 19 Nisan’da Taberiyye, 23 Nisan’da Hayfa, 11 Mayıs’ta Yafa, 12 Mayıs’ta Safed ve Beysan işgal edilmiş, halkı yerinden edilmişti.
Filistinliler ve Ilan Pappe, Beny Morris gibi bazı İsrailli tarihçilere göre D Planı, Yahudilerin Filistin topraklarında gerçekleştirmek istediği “etnik temizlik” projesinin bir parçasıydı. David Ben Gurion’un 12 Haziran 1938’de Yahudi Ajansı Yönetim Kurulunda söylediği “Ben zorunlu göçten yanayım ve bunda ahlak dışı hiçbir şey görmüyorum” ve 3 Aralık 1947’de “Yahudilere ayrılan topraklarda %40’lık bir Yahudi olmayan nüfus mevcut. Bu durum Yahudi Devleti için sağlam bir zemin oluşturmamızı engeller. Yahudi Devleti ancak %80’lik bir Yahudi nüfus ile istikrarlı ve kendi ayakları üzerinde durabilir” sözlerine baktığımızda bu iddialarını dayandırdıkları söylemlerin dikkatten kaçamayacak kadar ağır gerçekleri içerdiğini görüyoruz.
1946 yılında Filistin topraklarında bölgelere göre oranla Yahudi/Filistinli nüfus haritası.
Kırmızı dilim Filistinli, mavi dilim Yahudi nüfusu temsil etmekte.
14 Mayıs 1948’de son İngiliz birliğinin de topraklardan çekilmesi ile İsrail Devletinin kuruluşu resmi olarak ilan edilmişti. Ertesi gün bölgedeki Arap ülkelerinin İsrail’e savaş açması ile I. Arap-İsrail savaşının acı sonucu olarak yüzlerce köy işgal edilecek, 750.000 Filistinli göç ettirilecekti. Sadece 9-18 Temmuz arasında 82 bölge, 15 Ekim-6 Ocak arasında 98 bölge boşalttırılmıştı. En nihayetinde Filistin nüfusunun %80’i, şu anda İsrail Devleti sınırları içerisinde bulunan, doğdukları topraklardan sürülmüştü. Geride bıraktıkları arsalar, fidanlıklar, binalar ve hatta banka hesaplarına herhangi bir tazminat verilmeksizin el konulmuştu. Bu gaspı meşrulaştırmak için İsrail, Birleşmiş Milletlerin 11 Aralık 1948’de 194 sayılı “Mültecilerin geri dönme hakkı” kanununun kabul edilmesinden bir gün sonra, özel bir kanun çıkarmıştı: “Gaiplerin Mülkleri Yasası”. Bu yasaya göre Kasım 1947’ye kadar İsrail devleti sınırlarını terk eden veya göç edenler “gaip” olarak tanımlanıyor. Söz konusu kişilerin araziler dahil tüm mülkleri, evleri, banka hesapları “gaip mülkü” sayılarak, mülkiyet hakkı devlete devrediliyor. Bugün dahi birçok gasp, işgal ve el koyma faaliyeti, bu kanun temelinde yürütülüyor.
İsrail’in 194 sayılı kanunu kabul etmesine rağmen uygulamaması ise meselenin dikkatleri celbeden bir diğer tarafı. İsrail’i kararı görmezden gelmekte cesaretlendiren ise kararın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinden değil, BM Genel Kurulundan çıkmış olması. Bu, kanunun bağlayıcı olmaması ve sadece bir “tavsiye” niteliği taşıması anlamına gelmekte. Ayrıca kararda spesifik olarak bir milletten bahsedilmeyip “mülteciler” tabirinin kullanılmış olması da tezlerini savunurken kullandıkları bir diğer dayanaktır. Ne var ki “geri dönüş hakkı”nı hukuki kılan en büyük dayanak olan 194 sayılı kanunun 11. paragrafında şu ifadelere yer verilmektedir: “Genel Kurul, mültecilerin kendi iradeleri ile olabilecek en uygun zamanda evlerine dönmeleri ve komşularıyla barış içinde yaşamalarına izin verilmesi gerektiği, dönmek istemeyenlerin zarar gören veya tamamen yitirilen mülklerinin bedelinin uluslararası hukuk ve adalet çerçevesinde, hükümetler ya da sorumlu otoriteler tarafından ödenmesi gerektiğine karar vermiştir.”
BM tarafından alınan bu karar incelendiğinde şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır: Geri dönme seçeneği mültecilerin kendilerine bırakılmıştır ve geri dönmeye karar verdiklerinde onlara izin verilmek zorundadır. Ayrıca “geri dönüş hakkı” geçerliliğini yalnızca BM kararlarından almamaktadır. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 13. maddesi, her insanın ülkesinden ayrılma ve ülkesine geri dönme hakkının olduğunu kabul etmektedir.
İsrail tarafından “Gaiplerin Mülkü Yasası”na ek olarak yapılan bir başka düzenleme de “Üçüncü Nesil Yasası” idi. Söz konusu yasa ilk sahibi “gaip” kabul edilen bir evde oturan Filistinlilerin üçüncü neslinden sonra o evin doğrudan Yahudilerin eline geçmesini sağlıyor. Bu düzenlemelere istinaden, savaş nedeniyle 1948’den önce yaşadıkları arazi ve mülkleri terk etmek durumunda kalan Yahudiler, yeniden buraları ele geçirebiliyor. Sık sık gündemimize düşen “Filistinli … ailesi evinden çıkarılarak binaya Yahudi yerleşimci bir aile yerleştirildi!” haberleri ve Kudüs’te dolaşırken önceki yıllarda Filistinlilere ait olan evlerin üzerinde şimdilerde İsrail bayrağı görmemiz, bu kanunların somut birer tezahürüdür aslında. Ve yine bu kanunlar politik siyonizm temsilcileri tarafından Filistinlilerin ana yurtlarına geri dönmelerinin önüne set çekmek amaçlı atılan adımlardır.
Yahudi Ulusal Fonu’nun “Yerleşim Birimleri” ve “Transfer” komisyonlarının başında bulunan Yossef Weitz’in şu çarpıcı sözü resme geniş bir çerçeveden bakmamızı sağlıyor: “Tek çözüm, Filistinlileri komşu Arap ülkelere transfer etmek. Öyle ki, ne tek bir köy kalacak geride ne de bir kabile!” Nitekim İsrail’in kuruluşunu ilan ettiği günden bu yana 500’den fazla köy İsrail tarafından yerle bir edilmiş binlerce kişi katledilmiştir, sağ kalanlar Weitz’in öngördüğü ve çözüm olarak sunduğu üzere en yakın Arap ülkeleri olan Ürdün, Suriye, Mısır ve Lübnan’a sığınmak zorunda kalmıştır. Bu durum bir milyona yakın Filistinlinin yaşadıkları toprakları terk etmesiyle oluşan ve günümüzde de devam eden “Filistinli Mülteciler Sorunu”nu başlatmıştır. Bugün sayıları 11 milyona yaklaşan Filistinlilerin neredeyse yarısı, 5.5 milyonu; 2.3 milyonu Ürdün’de, 524 bin Lübnan’da, 631 bin Suriye’de, 2.5 milyonu Gazze ve Batı Şeria’da olmak üzere mülteci konumuna düşmüş ve Ürdün hariç diğer ülkede olanlar vatandaşlıklarını kaybetmişlerdir.
Bugün dünyanın en büyük vatansız topluluğunu Filistinliler oluşturmakta ve vatandaşlığın getirdiği haklardan yararlanamamaktadırlar. Uluslararası alanda temsil problemiyle karşı karşıya olan Filistinlilerin sahip oldukları hakları elde edebilecekleri uluslararası bir forum da yoktur. Bu açıdan “Filistinli Mülteciler Meselesi” bireysel ve kolektif hakların kullanımı konusunda belirsizliğin olduğu özgün bir örnektir. Edward Said’in Filistin’in işgalini “yüzyılın en uzun işgali” olarak tanımlaması da dünyadaki her dört mülteciden birinin Filistinli olması sebebiyle 20. yüzyılın en yıkıcı işgali olmasındandır. Filistinlilerin %89’u doğrudan İsrail saldırıları ve %10’u psikolojik savaş nedeniyle topraklarını terk etmek zorunda kalırken, topraklarını kendi istekleriyle terk edenlerin oranı sadece %1’dir. Her şeyden bağımsız olarak sadece bu istatistiklere bakıldığı takdirde bile “Filistinlilerin topraklarını sattığı”, “geri dönüş haklarının olmadığı” yahut “topraklarını kendi istekleriyle terk edip gittikleri” iddiaları çürütülmektedir.
Kaynakça
-The Nakba: Flight and Expulsion of the Palestinians in 1948, Zochrot, 2014
https://zochrot.org/uploads/uploads/aa0d1cda57550fb0ad815d606cb1ccb1.pdf
-Unrwa Fields of Operations Map 2018
https://www.unrwa.org/resources/about-unrwa/unrwa-fields-operations-map-2018
-Siyonizm Düşünden İşgal Gerçeğine Filistin, İHH
https://www.ihh.org.tr/public/publish/0/37/siyonizm-dusunden-isgal-gercegine-filistin.pdf
-İbrahim Furkan Özdemir, “Gaspın da Kanunu Var”, Mecra
https://www.gzt.com/mecra/gaspin-kanunu-da-var-3490796 (07.01.2020)
– Aişe Hümeyra Otalı, Bir Milletin Sürgünü: Nekbe
http://www.marmarailahiyat.com/bir-milletin-surgunu-nekbe/
*Bu yazı marmarailahiyat.com‘da yayımlandı.