Aynı realiteye yüklenen farklı manalar, özellikle son yüzyılına baktığımızda belki de Filistin meselesinin aşılamamış en büyük virajı olarak göze çarpmaktadır. Kendimizi ve ötekimizi doğru konumlayamadan atılan her adım, bir çığ gibi büyüyerek çözmesi daha zor problemlerle bizi baş başa bırakıyor. Bu yazının ve bu başlığın atılma sebebi de naçizane bu konudan duyduğum üzüntüyü dile getirme isteğimdir.
Arap Birliği 1945 yılında İngiltere, Fransa, İtalya gibi devletlerin sömürgeci siyasetlerini sürdürmeleri karşısında hürriyet ve hâkimiyetlerini korumak; siyasi, askeri, ekonomik güçlerini birleştirmek ve yeni kurulmakta olan Yahudi devletine engel olmak için Kahire’de yedi devlet tarafından kurulmuştur. 2. Dünya Savaşı’nın akabindeki bu yıllarda Arap Birliği’nin çizgisi, mücadele için oldukça belirleyici olacaktır.
1947 senesinde Birleşmiş Milletlerin almış olduğu ‘Taksim Kararı’ Arap Devletleri tarafından üzüntü ve öfkeyle karşılanmıştı. Yahudiler içinse artık bir devlete sahip olmanın getirdiği büyük sevinçle beraber tüm şehirlerde özellikle Kudüs’te bu haber adeta bayram havası yaratmıştı. Ama içlerinden biri tüm bu sevinç naralarının ardında kendilerini bekleyen kara bulutları görebiliyordu. Ben Gurion, amaçlarından biri Yahudilerin Filistin topraklarına göçünü engellemek olan Arap Birliği için bu tasarının kabul edilemez olduğunun farkındaydı ve kendilerine yönelik savaşın hemen kapıda beklediğinin biliyordu. Bu sebeple sevinci kursağında kalmış bir şekilde hızlıca savaş hazırlıklarına başlamaları gerektiğini düşünüyordu. Bir yandan da Arapların tarihini en az kendi tarihleri kadar iyi bilen Ben Gurion, Arapların kendi aralarında yaşadıkları anlaşmazlıkların hiç beklentileri olmadığı zamanlarda kendi çıkarlarına hizmet ettiğini iyi biliyordu. “Tehditleriyle, başka türlü gerçekleştirmemize imkan bulunmayan olağanüstü başarılar kazanmamıza yardım ettiler” sözü Ben Gurion’un bizzat kendi ifadesidir. Ona göre Arapların yapabilecekleri en büyük yanlış bu karara karşı çıkmalarıdır. Çünkü savaş açarlarsa Yahudiler topraklarını genişletmek için önemli bir fırsat yakalamış olacaktı.
Tarihi bugünden okumak her ne kadar sağlıklı bir yaklaşım olmasa da savaş ve barışı tam anlamıyla tecrübe etmemiş olan Müslümanlar için BM’nin ‘Taksim Kararı’ sonrası izlenecek itidalli bir çizgi, belki de Filistin meselesinde olay bu noktalara gelmeden seti çoktan çekmiş olacaktı. Bu gibi diğer olaylara da bu bakış açısından baktığımızda aynı sonuca varıyor ve kilitlenmişlikler ile karşı karşıya kalıyoruz. Filistinliler tarafından “Ummü’l Nakba” olarak anılan Oslo Anlaşması’na baktığımızda da durum değişmiyor. Oslo Anlaşması’nın yükümlülükleri tüm dünya Müslümanları ve Filistinliler tarafından yeterince yerine getirilememiştir. Bu da daha sonrasında Filistinlileri ağır koşullarla karşı karşıya getirmiş ve bu isimle anılmasına yol açmıştır.
Tekrar konumuza dönecek olursak; o gün Kahire’de kalabalık insan kitleleri Arap Birliği’ne ait binanın önünde toplanmış, çıkacak kararı bekliyordu. Kendi geleceklerine tâyin sürecine henüz geçmiş olan devletler bu sefer coğrafya, dil, din, ırk olarak kendileriyle aynı olan başka bir devlet için, sınırlarında Kudüs’ü bulunduran ve çevresi bereketlendirilmiş bu mukaddes topraklar için ortak bir karara varmaları gerekiyordu . Bu devletleri ortak tutan sebepler olduğu gibi onları ayıran politika gibi ciddi sebepler de vardı. Kimisi Fransız tipi parlamenter sistem ile yönetilirken, kimisi İngiliz tipi meşruti krallık ile hüküm sürüyordu. İki sistemden farklı olarak kabile sistemi ile yönetilen devletler de yine bu birlikte mevcuttu. Bu zıtlıklardan daha kötüsü, grubun içindeki iç düşmanlıklardı. Tarihi olaylara mesnet teşkil eden bu anlaşmazlıkların kimisi Kahire Bağdat arasında var olan Hilafet meselesine kadar gidiyordu. Arabistan gibi petrol zengini devletler için ise düşmanlık sebepleri çok daha tazeydi. Ne olursa olsun Filistin meselesinin her sorunun üstünde olması gerekiyordu artık. Birbirini izleyen şiddet ve Yahudi karşıtı açıklamalardan sonra henüz somut olarak atılmış bir adım yoktu. Bunun sebebi henüz kendi aralarında var olan iç çekişmelerin halledilmemiş olmasıydı. Ortada hızlı ve akıllıca adımlar atılması gereken bir mesele varken Arap Devletleri süreci kendi menfaatleri doğrultusunda ilerletme arzusundaydı. Bugün bile misyon olarak bu çizgiyi değiştirdiklerini söylemek zor. Tarihten ders alma konusunda ise maalesef sınıfta kalmışlardır.
Dönemin Arap Birliği’ne baktığımızda Filistin meselesini kendi meselesi ile aynı doğrultuda tutan tek liderin, Arabistan’ı birleştiren Kral İbn Suud olduğunu söylemek mümkündür. Bedevi bir coğrafya reisi olması onun hakkında olumsuz ön yargılar oluşturmuşsa da Kral Suud bunların çoğunu yıkmış bir profile sahiptir. Konferansa yolladığı telgrafta, son isteğinin “askerlerinin başında Filistin’de can vermek olduğu”nu belirtmiştir. Prens Faysal’ın belki düzenli bir ordusu yoktu ama tahribat gücü bir ordudan daha fazla olan yüksek gelirli petrol yatakları vardı. Amerika üzerinden Yahudilere yaptırım konusunda sıkıştırılan Faysal, tavrını belli edecek şekilde sertçe şu cevabı vermiştir : “Sorun Filistin’dir, petrol değil.”
Kürsünün her gece bir devlete ayrıldığı toplantıda sözü bu sefer Mısır Başbakanı Mahmut Nukraşi Paşa almıştı. Tutumunu daha önce de defaatle bildiren Nukraşi Paşa: “Silaha ve paraya evet, Mısır Ordusuna hayır.” sloganı ile devletinin çizgisini açıkça dile getirmiştir ve kendince bunu haklı deliller ile destekleyerek kamuoyuna sunmuştur. Süveyş Kanalı’nda İngiltere ile aralarında çıkan anlaşmazlık bu sebeplerden bir tanesidir.
Toplantıda Prens Faysal’ın tam karşısında topraklarından kovdukları Iraklı Haşimiler’in temsilcisi vardı. Lawrence’ın yakın dostu olan Nuri Sait Paşa, eski bir Osmanlı subayı olup Arap Ayaklanmasına da katılmıştı. İngiltere’nin bu topraklardaki en iyi adamlarından biri olan Nuri Sait Paşa, Londra’da gizli bir şekilde İngiliz heyetlerle görüşüp Suriye’nin topraklarına katılması karşılığında Yahudi Devleti’ni destekleyeceğini bildirmişti. Tüm bunlar olurken Sait Paşa açıktan Yahudilere küfür ve hakaretlerine devam ediyordu. O zamanlar Arap Ordularının komuta kademesi Irak’ta olduğu halde yöneticileri birer İngiliz gölgesi olduğundan dolayı Yahudileri en az korkutan devletlerden biriydi Irak.
Kafasında kırmızı bir fes, kavruk yüzü ile coğrafyasının izlerini üzerinde taşıyan bir diğer isim de tıpkı diğer devletler gibi masanın üst kısmından Yahudilere parmak sallayan Riyad Sulh söz almıştı. Birlik içinde manda zincirlerini kıran ilk devlet Lübnan olmuştu. Bunun haklı gururunu üzerinde taşıyan Riyad Sulh için Filistin mücadelesi, ihtiraslarını tekrardan perçinlemek için yeni bir alan olmuştu. Ülkesi adına Filistin’e gerekli yardımların yapılması gerektiğini savunuyordu, ama bu yardımın sembolik bir yardımın ötesine geçmesi zor gözüküyordu. Çünkü ülkesinin henüz bir ordusu yoktu. Yine de diğer devletlere örnek teşkil etmesi açısından bu tutumunun arkasında duracaktı. Evinin yakınındaki matbaayı Filistin için mermi yapan bir atölyeye çevirmesi de bu yüzdendir.
Riyad Sulh’un hemen yanında onunla benzer bir geçmişin izlerini taşıyan Cemil Mardam oturuyordu. Mardam, Arapların bağımsızlık mücadelelerinde önemli roller üstlenmiş bir isimdi. Birinci Dünya Savaşı öncesi Arapları Türklerden kopartmak amacıyla gizlice kurulan El-Fetih derneğinin ilk üyelerinden biriydi. Cemil Mardam gerilla tipi bir savaşla mücadeleye destek verilmesi gerektiğini savunuyordu. Suriye’nin öncülüğünü yapmasını istediği bu gerilla savaşında arka planda yatan niyet Irak’a karşı bir önlem alma isteğiydi.
Son olarak bir önceki yazıda Yahudilere yönelik tavrına genişçe yer verdiğimiz Ürdün Emiri Kral Abdullah var(1). Abdullah, Yahudilerin Doğu’ya gelişini, Batı’da saldırıya uğrayan Sami ırkından bir ulusun yine Sami ırkından olan ve gelişimi engellenmiş bir devlete yardım olarak yorumluyordu. Kral Abdullah kurulduğu günden bu yana Arap Birliği’ni küçümsemiş ve “içine yedi kelle atılmış bir torba” olarak nitelendirmiştir. Babasından gördüğü şekilde yönetimini devam ettiren Kral Abdullah, uzun yıllar boyunca Yahudiler ile temaslarını sürdürmüştür. 1934 yılında Müftü’nün artan etkisi karşısında İngilizler tarafından birden hatırlanmış ve otoritesi sağlamlaştırılmıştır.
Yaklaşık bir hafta boyunca tüm devletler söz almış ve düşüncelerini ifade etmişti. Birbirine çok da yakın olmayan istekler Arap Birliği’nin işini oldukça zorlaştıracak gibi duruyordu. Genel Sekreter Abdurrahman Azzam Paşa, eline 4 sayfalık bildiri niteliğindeki kağıtları aldı ve okumaya başladı. Birinci paragraftan itibaren birliğin Yahudi devletine karşıtlığından ve bu noktada kararlı kalacaklarından bahsediyordu. Azzam Paşa bunları okurken oradaki bazı devletlerin bunun bedelini ödemekten çok çekindiğini biliyordu, ama yine de önceki hesaplar uyarınca da Azzam Paşa her devlete üzerlerine düşen silah, gönüllü ve para miktarlarını belirtmişti. Yukarıda da değindiğim gibi Filistin stratejilerini açıklayan devlet adamlarından şüphesiz en memnun olan kişi Cemil Mardam olmuştur. Bu taahhütle istediği gerilla savaşı başlayabilecekti. Açıklamalarına devam eden Azzam Paşa düzenli Arap ordularının Filistin’e müdahale planını Iraklı General İsmail Saffet’e vermeyi düşünüyordu.
Filistin mücadelesinin yerli ve milli aktörlerinden biri olan Hacı Emin ise Arap Birliği’nin kararlarını büyük bir temkinlilikle takip ediyordu. Filistin’de düzenli ordular bulunmasını istemiyordu. Halk ve mücadele üzerinde hatırı sayılır bir otoritesi bulunan Hacı Emin bu imajının -her ne kadar Müslüman da olsa- diğer devletler tarafından sarsılmasına karşıydı, ama şimdilik sessiz kalmakla yetinecekti.
Tüm bu yaşananları göz önünde bulundurduğumuzda; halkının büyük bir kesiminin Müslüman olması ve idarecilerinin zaman zaman umutları filizlendiren açıklamaları gibi faktörler bu coğrafyaya karşı ılımlı tavır almamıza sebep olmuştur. Ama Selahaddin’in Kudüs’ü fethi sırasında izlediği stratejiyi akıllara getirdiğimizde Kudüs’ün özgürleşmesi için çaba sarf eden biz gençleri, neleri göz ardı ettiğimize dair yanılgı noktalarımız bizleri beklemektedir.
KAYNAKÇA
(1) TDV İslam Ansiklopedisi, “Arap Birliği”https://islamansiklopedisi.org.tr/arap-birligi(01.05.2019)
(2) Larry Collins, Kudüs Ey Kudüs, Kronik Yayınları
(3) Taha Kılınç, Ortadoğu’ya Dair 20 Tez, Ketebe Yayınları
*Bu yazı marmarailahiyat.com‘da yayımlandı.