Loader

EL-MÜ’MİN VE FİLİSTİN’DE MÜSLÜMAN OLMAK

Paylaş

Elif Atabaş yazdı.

Dış dünyan emin değilse bile içindeki El-Emin’e bağlılık ne kadar güçlü ki sen ayaktasın ey Filistinli kardeşim. Sen ayaktasın ve Allah’ın vaadinden adın kadar eminsin. Ya bizler en ufak bir sıkıntıda depresyona giren biz Müslümanlar… Ne zaman geldik bu oyunlara… Halbuki çok değil daha 100 önce Osmanlının son dönemlerinde her şeyleri ellerinden alınan atalarımız bir yandan kanının son damlasına kadar Anadolu’da mücadele verirken, bir yandan da mecburen çekildikleri köylerinde, fasulye çukurlarında hafız yetiştirmeye devam etmediler mi? Onlar bilemez miydi, biz bittik artık deyip, âtıl kalmayı… Ama öyle yapmadılar. Onların gayretleri sayesinde biz bugün unutturulmaya çalışılan tarihimizi unutmadık.

Savaş Barkçin Hoca geçenlerde TRT Radyo 1’de İngiltere Kraliyet ailesinin bugün hala nasıl ve neden devam ettiğini anlatıyordu. Neden kimse onlara, ya kardeşim bu devirde kraliyet mi kalır, demiyor da biz emperyal Osmanlı söylemlerini ciddiye alıyorduk senelerdir? Keşke bizim ülkemizde bazı devletler kadar cesur olsa da Cumhuriyet dönemi arşivlerini bir açsa ve bu millet de kim neyi neden yapmış öğrense…

Gelelim Oyuk Topraklar kitabına. Kitabın çoğu yerini gerçekten kanım donarak okudum. Çeviriden kaynaklanan bazı zorluklar olsa da kitap anlattığı detay bilgilerden dolayı oldukça karışık. Böyle kitapları bir grupla okumanın faydası da burada saklı. Kendi başıma ya çok uzun zamanda okurdum ya da yarım bırakmaktan hoşlanmadığım için atlayarak okurdum.

İsminin hakkını tam anlamıyla veren kitap, akla hayale gelmedik oyunlarla İsrail’in Filistin topraklarının üstünü Taha hocanın ifadesiyle İsviçre peyniri gibi delik deşik ve paramparça yaparken, altını da nasıl oyduğunu çok güzel anlatıyor. Anlatmaya çalıştığım şeyi hayal edebilmeniz için bazı örnekler veriyorum:

Filistin ile İsrail arasında var olan anlaşmazlıkların sonunun başlangıcına işaret edeceği düşünülerek hazırlanan 1993 tarihli Oslo Anlaşmasının imzalanmasını takip eden yıllarda İsrailli yerleşimcilerin Batı Şeria’da yeni yerleşimler inşa etmek için resmî izin belgesi almaları gittikçe zorlaşmıştır. Bunun bir sonucu olarak yerleşimciler, -gayri resmî olarak yerleşimlerin kurulmasını isteyen ancak binaların inşasına yardım ederken görülmeyi göze alamayan- hükümetin, kendi yasalarını ve ulusal anlaşmalarını atlatmasına yardım etmek için, giderek karmaşık bir hâl alan korsanlık yöntemlerine başvurmuşlardır.

1999 yılında birkaç yerleşimci, Kudüs’ten Kuzey Batı Şeria’daki yerleşimlere uzanan otoyoldaki virajlardan birinde, cep telefonlarında çekme sorununun ortaya çıktığını bildirerek şikâyette bulundu. Bunun üzerine cep telefonu operatörü Orange, alana bir anten dikmeyi kabul etti. Yerleşimciler anten direği için potansiyel alanlardan biri olarak, bahsedilen viraja yukarıdan bakan yüksek bir tepe doruğunu önerdiler. Bu tepe daha önce başarısızlıkla sonuçlanan yerleşim girişimlerinin vuku bulduğu bir alandı. Üç yıl önce yerleşimciler burasının, İncil’de adı geçen Migron şehrinin üzerinde oturan ve arkeolojik öneme sahip bir tepe olduğunu iddia etmişlerdi. Yapılan arkeolojik kazılar sonucunda küçük bir Bizans köyünün kalıntılarından başka bir şey bulunamamış olmasına rağmen tepeye “Migron” adı verilmiştir.  (Ama o zaman buraya yerleşim kuramadılar). Bu hikâye şöyle devam ediyor:

“İsrail ordusunun sahip yetkilerine göre bir baz istasyonunun inşası, güvenlik meselesi olarak görülebiliyordu ve dolayısıyla toprak sahiplerinin izni olmadan müstakil arazilere girilerek bu yapılar kurulabilirdi. Orange tarafından yapılan talebin ardından sözde inşaat işine geçit vermek üzere İsrail Elektrik Kurumu tepeye elektrik vermiş, ulusal su idaresi de tepeyi su sistemine bağlamıştır. Anten direğinin inşası ertelemeler yüzünden bir türlü tamamlanamadığından, 2001 yılının Mayıs ayında yerleşimciler uydurma bir anten dikerek bu anteni 24 saat koruyacak bir özel güvenlik elemanı tutmak için ordudan izin aldılar.

Güvenlik elemanı direğin dibine yerleştirilmiş bir karavana taşındı ve zirvenin çevresini tellerle kapattı; bundan kısa bir süre sonra güvenlik elemanının karısıyla çocukları onun yanına taşındı, karavan da alanda zaten mevcut olan elektrik ve su kaynaklarına bağlandı. 3 Mart 2002 tarihinde bu aileye beş aile daha katıldı ve Migron resmi olarak bir yerleşim kampı hâline geldi. Burası düzenli olarak büyümeye devam etti. İsrail Konut ve İnşaat Bakanlığı, kampta oturmakta olan aileler için, bir çocuk yuvası inşa etti, yurtdışından gelen bağışların bir kısmı da evlerin yakınına kurulan bir sinagogun inşaat masraflarını karşıladı. Migron bugün Batı Şeria’ya yayılmış olan 103 yerleşim kampının en büyüğüdür.”

“İsrailli askerlerin Balata mülteci kampını “işgal ederken” sergilediği beceri, Batı Şeria’dan sorumlu IDF Merkez Komutanlığının, 3 Nisan 2002’de başlayan Cenin mülteci kampında ve Nablus’taki eski şehir merkezinde (Kasbah) düzenlenen saldırıların yöntemi olarak bu manevra biçimini benimsemesine neden oldu. Savaşın beklenmedik bir biçimde evin mahrem alanına zorla girmesi, Filistin’deki siviller tarafından tıpkı Irak’ta olduğu gibi travma ve aşağılanmanın akla gelebilecek en şiddetli biçimleri olarak deneyimlenmişti. 2002 yılının Kasım ayında, saldırının sonrasında P. Monitor organizasyonu tarafından yayımlanan bir röportajda Filistinli bir kadın, yaşadığı deneyimi şu şekilde tarif etti:

‘Kafanızda canlandırmaya çalışın; çok iyi bildiğiniz bir ortamda, oturma odanızda oturuyorsunuz; aileniz akşam yemeğinin ardından bu odada bir araya gelerek televizyon izliyor… Ve aniden, odanın duvarı insanın kulağını sağır edecek bir gürültüyle ortadan kayboluyor, odayı toz ve yıkılan duvarın parçaları kaplıyor ve duvarın içinden bağırarak emirler veren askerler sırayla odaya dalıyor. Sizin peşinizde mi olduklarını, evinizi ele geçirmek için mi geldiklerini, yoksa evinizin yalnızca askerlerin başka bir yere varmak için kullandığı bir güzergâhın üstünde mi kaldığını bilmiyorsunuz.

Çocuklar çığlıklar atıyor, paniğe kapılıyor… Dört, altı, sekiz, on iki askerin, yüzleri siyaha boyanmış bir şekilde, makineli tüfeklerini her yere doğrultarak, devasa uzaylı böcekler gibi görünmelerine neden olan antenli teçhizat çantalarıyla birlikte bu duvarı patlatarak odaya aniden girmesine şahit olan beş yaşındaki bir çocuğun deneyimlediği dehşeti hayal etmeye başlamak bile mümkün müdür?’ Sonradan bu saldırı sırasında yaşadıklarını konu alan bir kitap yazan bir başka asker, duvarların içinden yapılan hareketi ayrıntılı bir şekilde tarif etmişti: ‘İçinde bulunduğumuz evi, güneyindeki eve bağlayan bir duvar bulmak için havadan çekilmiş bir fotoğrafı inceledik. Peter eline çekici alarak işe koyuldu, ancak duvar yıkılmayı reddediyordu- ilk defa boşluklu beton bloklan yerine saf beton kullanılarak inşa edilmiş bir duvar ile karşılaşmıştık…akla gelen en mantıklı çözüm patlayıcı kullanmaktı. Delik, içinden geçmemize olanak tanıyacak kadar büyük bir hâle gelene kadar en az dört [patlayıcı] bloğu patlattık.’

Filistinli bir savaşçı bu, durumu şöyle tarif etmişti: ‘İsrailliler her yerdeydiler: arkamızda, yanlarda, sağda ve solda…Bu şekilde nasıl savaşabilirsiniz?’ IDI; yakın geçmişte Batı Şeria ve Gazze’nin tamamının iç kapı ve pencerelerin bulunduğu yerler de dâhil olmak üzere her bir evin karmaşık ayrıntılarını gösteren 3 boyutlu bilgisayar modellerini üretmeye yönelik çalışmalarım tamamladı.”

Orduda kariyer yapan birçok subay gibi Kohavi, ordudaki aktif görevine üniversite diploması elde etmek için bir süre ara vermişti. Kohavi, başta mimarlık okumak istemesine rağmen sonunda İbrani Üniversitesinin felsefe programına katıldı ve ileride askerî pratiklerinin her iki disiplinin de kayda değer ölçüde etkisi altında kaldığını ileri sürdü; askerî subay olarak aynı zamanda OTRI’de verilen derslere de katıldı. Kohavi’nin, kendisiyle yaptığım bir röportajda, bu saldırıları tarif ediş şekli, askerî kuramla pratik arasındaki ilişkinin nadir ve hayret uyandıran bir görünüşü olarak dikkat çeker. “Gözlerinle gördüğün mekân, bakışlarının nesnesi olan bu oda [röportajın yapıldığı yerden, Tel Aviv yakınlanndaki bir askerî üste bulunan bir odadan bahsediyor] senin onu yorumlayış şeklinden başka bir şey değil. Şimdi sen yorumunun sınırlarını çekip uzatabilirsin, ancak bunu sınırsız bir biçimde yapamazsın; çünkü sonuçta, içinde binalar ve ara sokaklar bulunduğundan fizik yasaları tarafından kısıtlanıyor.

Burada sorulması gereken soru, senin ara sokağı nasıl yorumladığın. Sen onu tıpkı her mimar ve her planlamacının yaptığı gibi insanın içinden yürüdüğü bir yer olarak mı, yoksa içinden yürümenin yasak olduğu bir yer olarak mı yorumluyorsun? Bu yalnızca yorumlamaya bağlı. Biz, ara sokağı içinden yürümenin yasak olduğu, kapıyı içinden geçmenin yasak olduğu ve pencereyi de içinden bakmanın yasak olduğu bir yer olarak yorumladık, çünkü ara sokakta bizi bir silah, kapının arkasında ise bizi bir bubi tuzağı bekliyordu.

Düşman, mekânı geleneksel, klasik bir biçimde yorumladığından ve ben onun yorumuna itaat ederek onun kurduğu tuzaklara düşmek istemediğimden bunu yapıyorum. Aynca ben yalnızca onun kurduğu tuzaklara düşmek istememekle kalmıyor, onu şaşırtmak da istiyorum. Bu, savaşın özünde yatar. Ben, beklenmediğim bir yerden ortaya çıkmalıyım. Ve işte bu, bizim yapmaya çalıştığımız şeydi Duvarların içinden yürümek gibi bir yöntemi tercih etmemizin nedeni buydu… Tıpkı önündekini yiyerek ilerleyen bir solucan gibi biz de belli noktalarda ortaya çıkıyor, daha sonra ortadan kayboluyorduk. Böylece Filistinlilerin evlerinin içinden bu evlerin dışına beklenmedik şekillerde hareket ediyor ve bizi bir köşenin arkasında bekleyen düşmana arkadan yaklaşarak onu vuruyorduk… Bu yöntemi ilk defa [böyle bir ölçekte] test ettiğimizden operasyon sırasında kendimizi söz konusu kentsel mekâna nasıl adapte edeceğimizi ve benzer olarak söz konusu kentsel mekânı kendi ihtiyaçlarımıza nasıl adapte edeceğimizi öğreniyorduk… Biz, [duvarların içinden yürümeye yönelik] bu mikro-taktiksel pratiği alarak onu bir yönteme çevirdik ve bu yöntem sayesinde mekânın tamamını farklı bir biçimde yorumlamada başarılı olabildik. Ben askerlerime şunu söyledim: “Dostlar! Bu sizin seçim yapabildiğiniz bir mesele değildir! Hareket etmenin başka yolu yok! Eğer şimdiye kadar yollar ve kaldırımlar boyunca hareket etmeye aşinaysanız, bunu kafanızdan silin! Bugünden itibaren hepimiz duvarların içinden yürüyoruz…

“Arkeoloji, İsrailli kimliğinin oluşumu için devletin kurulmasından bu yana merkezî önem taşımıştır. İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion, otobiyografisinde Yahudilerin Filistin üzerindeki hakkının “temelinde…insanın toprağı kendi elleriyle kazmasının yattığını iddia ettiğinde, Siyonistlerin toprak üzerindeki haklarını kanıtlayıp temellendirecek iki pratiğe; tarım ve arkeolojiye gönderme yapmıştı.”

100 yıl öncesine kadar tarımın t’sini bilmeyen ve yapamayan İsrail bugün dünyaya tohum satar hale nasıl geldi? Ayrıca akıllara zarar oyunlarla mimariden, arkeolojiye, kutsal metinlerdeki terminolojiden üç boyutlu çizimlere kadar hem dini kullanıp hem de en seküler idarecilerle dünyayı nasıl manipüle ettiği üzerine düşünmeye ve harekete geçmeye ne zaman başlayacağız.

Kaynak: Bu tahlil 3 Şubat 2024 tarihinde https://balkandays.blogspot.com/ sayfasında yayımlanmıştır.

Loading

Bunlar da ilginizi çekebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir