Yazar: Marwan Bishara
Bu yazı ilk olarak Kitaphaber Dergisi’nin 7.sayısında yayınlanmıştır.
Elif Atabaş yazdı.
7 Ekim 2023 Cumartesi günü dünyanın her yerinde insanlar farklı geleceklere uyandı. Gazze ise uyumuyordu, çünkü geceleri sevmiyordu Gazze. İnsanlar orada genci, yaşlısı, çocuğu, kadını ve erkeğiyle açık bir hapishanenin içinde yaşıyorlar senelerdir. Tabi buna yaşamak denirse…
Hiçbir üretime ve mal girişine izin verilmeyen Gazze, öte yandan da İsrail için 2 milyonluk müşteri havzasına sahip büyük bir pazar. Ama dünyanın tüm pazarlarından farklı bir özelliği var Gazze’nin. Mesela bu pazara giren süt Tel Aviv marketlerinde satılan diğer sütlerle aynı olamaz. Dünyanın çoğu yerinde bizler marketten sütün %kaç yağlısını alsak diye rafın karşısında durup düşünürken, Gazzeli anneye özel bir süt satılmalıydı. İçeriği özenle hesaplanmış ve ölmeyecek kadar kalori içeren özel sütler. Lakin bizler her ürünün ölmeyecek kadar satıldığı Gazzeli annelerin sayhalarından ne kadar da bihaberdik. Sonra bir sabah artık dünyanın duymadığı bu sayha Gazze’nin sınırlarından taştı ve zalimin yuvasına ulaşmanın bir yolunu buldu. Fakat bizler yine duymuyor ve “Bu Hamas’a da ne oluyor böyle? Bilmiyor mu ki İsrail bunun acısını kat be kat çıkarır, olan yine masum insanlara olur?” diyebiliyorduk. Oysa Gazze zaten 56 senedir yaşadığı bu ölümcül abluka altında peyder pey ölüyordu. İsrail’in haksız yere hapishanelerinde tuttuğu çocukların sayısını ise kimse bilmiyor.
Yine aynı biz eğitim için gittiğimiz “güvenli” Tel Aviv’de kaldığımız otelde ansızın siren sesleriyle uyanınca; “Ne oluyor burada? Bize bu kadar iyi davranan İsrail’den ne istiyorsunuz? Lütfen bu topraklarda barış olsun,” diyebiliyorduk. Oysa bu topraklarda Filistinlilerin seneler önce Kıbrıs Rumları gibi, çoğunluğun isteğiyle yani self-determinasyon hakkıyla neden bağımsız bir devlet kuramadıklarını, bu toprakların, üzerinde yönetim hakkı dahi olmayan İngiliz manda idaresi tarafından üçüncü bir millete peşkeş çekildiğini bilmiyorduk. Bilmediğimiz en acı şeylerden biri de bir Gazzelinin asla Kudüs’e gitmesine izin verilmediği… Yani senelerdir Gazzeliler, gidemediği, göremediği Kudüs’ü malı, canı, evladı, hayalleri, umutları, edebiyatı, şiiri, müziği ve filmiyle koruyor ve kanının son damlasına kadar da korumaya devam edecek. Biz ne yapıyoruz peki? Tarihi okumadan, hamasetle konuşup duruyoruz. İşte bunu yapmayalım artık. Okuyalım öğrenelim. Bu çerçevede benim hisseme düşen eseri ve içeriğini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Marwan Bishara, küresel siyaset konusunda çalışan; ABD dış politikası, Orta Doğu ve uluslararası strateji konularında önde gelen bir otorite olarak kabul edilmektedir. Amerikan Üniversitesi ve Paris’te uluslararası ilişkiler profesörlüğü yapmış olan Filistinli yazarın, şu an El-Cezire İngiliz’de siyasi analizleri ve makaleleri yayınlanmaktadır. Barış veya Irkçılık[1] kitabında 2. İntifada dönemi ve sonrasında yaşananlara değinilmekte ve intifada sürecine Filistin’in nasıl sürüklendiğini anlamak adına da Oslo Anlaşmalarından başlanmaktadır. 1993 Oslo ile başlayan ırk ayrımı, yedi sene sonra 2. İntifadaya, yirmi sene sonra yani 2023 Ekim’inde ise soykırıma dönüştü. İntifada sürecini yazar şöyle anlatmaktadır:
“Oslo süreci bir dalavereydi. Başlar başlamaz diplomasi sirkine dönüştü. Bu arada Kosova, Doğu Timor ve diğer uluslar kendi kaderlerini tayin hakkını kazanıp (self-determinasyon), uluslararası topluluğun yardımıyla bağımsız devletler oluyordu. Filistinliler ise hala İsrail boyunduruğu altındaydı. Dünyanın çeşitli bölgelerinden mülteciler vatanlarına dönerken, Batı Şeria ve Gazze’deki benzerleri İsrail bombaları altındaki kamplarda bitkisel bir yaşam sürüyordu. Uluslararası topluluk Filistinlileri İsrailli generallerin gazabına terk etmişti. Arap dünyasının aczi, Avrupa’nın bölünmüşlüğü açıkça görülüyor ve kuşatılmış, özgürlüğe susamış Filistinlilerin çığlıkları ne Batı’da ne de Doğu’da işitiliyordu. Ama onlar İsrail işgalinin kendilerini insanlıktan çıkarmak istemesine karşı tüm kararlılıklarıyla direnmeye devam ediyordu.”
Sadece bu paragraf bile 7 Ekim 2023’te dünyaya tekrar haykıran Filistinlinin hikâyesinin aslında çok öncelerde başlamış olduğunu anlamak için yeterli gibi görünüyor.
Dünyaya Filistin halkını her yönüyle uzlaşılamaz bir aktör olarak tanıtmaya çalışan İsrail’in bunu yaparken, aslında Filistin’de ne acılar yaşandığını ve ne çok bedeller ödendiğini aktarıyor kitap bizlere. Sonucu İntifadaya sürükleyen ağır bedeller bunlar. “Barış Süreci” ni ve verilen sözleri sessizce izlemektedir Filistinli. Sonunda barışın vadedildiği bu süreçte, Yahudi yerleşimlerinin durması, Filistinlilerin evlerinin artık yıkılmaması ve bölgeleri ayıran yolların yapımına son verilmesi gerekirken bütün bunların tam tersi oluyor, sanki ortada bir anlaşma dönemi yokmuş gibi, İsrail ajandasını uygulamaya devam ediyordu. Ayrıca bu zaman diliminde Filistin ekonomisi çöküp, işsizlik hızla artarken, İsrail’in yayılmacılığının her anlamda devam ettiğini yazar şöyle ifade etmektedir:
“Oslo süreci öncesinde ve sırasında, hiçbir İsrailli lider, aynı toprak üzerinde kendi kaderini tayin hakkını isteyen bir ulus veya İsrail’in eşiti olarak görülmesi gereken Filistin halkıyla toprak paylaşımını asla düşünmemiştir. Dış dünyayla ticari ilişkilerinin düzelmesi ve İsrail iş dünyasının zenginliği, hiçbir ekonomik yaptırımın onları ırk ayrımcılığına son vermeye zorlayamamasını sağlıyordu.”
Kitapta aparteid döneminin Afrika’da nasıl sonlandırıldığına da değinilmekte ve bunun için iki tarafın da gayret göstermesi gerektiği vurgulanmaktadır. Fakat Hıristiyan Siyonizm’inden başlayan, Dreyfus davası ve Teodor Herzl’ın müdahalesiyle şekillenen, 1. ve 2. Dünya Savaşları ve Hitlerin politikalarıyla hızlanan bu hikâyede, yazarın da belirttiği gibi hiçbir zaman sular durulmamıştır:
“Sonuç olarak İsraillilerin Filistinlilerle tarihsel bir uzlaşmaya varmaya hazır olmadığı açıktır. Mültecilere geri dönüş hakkına hayır; 1967 sınırlarına çekilmeye hayır; Batı Şeria ile Gazze şeridinden oluşan ve başkenti Doğu Kudüs olacak bir Filistin devletine hayır.”
İsrail’in oluşturulduğu ilk günden itibaren hukuk hiçe sayılmış, alınan sözde Birleşmiş Milletler kararlarının ise hiçbiri günümüze kadar uygulanmamış, çoğu da ABD tarafından reddedilmiştir.[2] Bunlardan sürekli duyduğumuz ve en önemlileri olan şu kararları yazar nedenleriyle açıklamaktadır:
“İsrail’in “olmazsa olmazları” uluslararası hukuka tamamen aykırıdır. 1967 sınırlarına geri dönüşe “hayır” demek, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararına “hayır” demek anlamına gelmektedir. Filistinli mültecilerin geri dönüşüne “hayır” demek, aynı örgütün 194 sayılı kararına “hayır” demektir. Doğu Kudüs’ten çekilmeye ve kentin bu kesimi üzerindeki Filistin egemenliğine “hayır” demek, 242 ve 181 sayılı kararlara “hayır” demektir. Son olarak, işgal edilmiş topraklardaki Yahudi yerleşimlerinin kaldırılmasına karşı çıkmak da 242 sayılı karara ve 4. Cenevre Sözleşmesi’ne “hayır” demektir.”
Bütün bunlar yaşanırken, hiç kimse Filistinlilerin olmazsa olmazlarının ne olduğunu konuşmuyor, kendi topraklarında mülteci olmanın ne demek olduğunu sorgulamıyordu. Yazarımız bu soruların Oslo kısmını şöyle özetlemiş:
“Filistinliler otuz yılı aşkın bir süredir, 1967’deki sınırların tanınması ve Filistinlilere geri dönüş hakkı tanınması temelinde, İsraillilerle bir tarihsel uzlaşma yapmaya hazırdı. Filistin Kurtuluş Örgütü, Oslo süreci açılır açılmaz, tarihsel Filistin’in dörtte üçünden fazlasını işgal eden İsrail devletini resmen tanıyarak ve 1967’de işgal edilmiş Kudüs’ün üçte ikisinden fazlasının bu devletin başkenti olduğunun fiilen tanınmasını kabul ederek tarihsel bir ödün verdi. Bu hiç de kolay bir ödün değildi. İsrail tüm güvenlik konularında denetimini sürdürürken, Filistinlilerin işgal edilmiş topraklar içindeki hareket özgürlüğünü bile engelledi. İkinci İntifada, kendisinden önceki diğer ayaklanmalar gibi, sürekli ve acımasız bir işgalin doğrudan ve engellenemez sonucudur. İsrail’in göğsü en kalabalık generali olan eski Başbakan Ehud Barak, eğer Filistinli olarak doğsaydım, terörist olurdum, demişti bir gün. Neyse ki genç Filistinlilerin çoğunluğu tercihlerini hala yaşamdan yana kullanıyor.”
İsrail; İngiliz Manda döneminde, sadece %6,5’una sahip olduğu Filistin topraklarını bir günde 1947 Taksim Planıyla, kâğıt üzerinde %56’ya çıkarmış, ardından da yaptığı savaşlarla bugünkü konumunu elde etmiştir. Fakat İsrail’in sömürgesi sadece Filistin topraklarıyla sınırlı kalmamış, Filistin tarihini ve dilini de içine alarak, günümüze kadar devam etmiştir. İsrail zorla aldığı bütün kasaba, köy, tarihi eser vs. her yerin ismini değiştirme sürecine giderek, buralara Tevrat’ta geçen isimlerden vermek suretiyle, bir hafızasızlaştırma yöntemi izlemiştir.[3] Bugün buna hala devam etmekte, cebren Filistinlilerin ellerinden aldıkları evlere yerleştirdikleri Yahudilere, “işgalci” yerine “yerleşimci” demektedir. Bu ise Mahmut Erol Kılıç hocanın ifadesiyle tam bir “epistemolojik sömürgedir.”
Bu yazı ilk olarak Kitaphaber Dergisi’nin 7.sayısında yayınlanmıştır.
[1] Marwan Bishara (2003), Filistin/İsrail – Barış veya Irkçılık, Kitap Yayınevi, İstanbul
[2] https://kudusarastirmalari.org/bir-muttefiki-korumak-abdnin-israili-savunmak-icin-veto-ettigi-bmgk-kararlarinin-incelemesi/
[3] Zahide Tuba Kor ile ‘Geçmişten Günümüze İsrail-Filistin Meselesi’ ders notlarından.