24 Nisan 2019, Ahmet Faruk Asa, Kudüs Araştırmaları, Müif Blog
Ürdün, Arap Baharı’nın sarsamadığı, çevresindeki Müslüman ülkelere baktığımızda her biri küçük veya büyük çapta bir yıkımdan geçmiş olmasına rağmen hala istikrarını korumayı başarabilmiş bir ülkedir. Bu yazımızda “Ürdün Kudüs’te nasıl varlık buldu?” sorusuna ve aynı zamanda kurulduğu tarihten bu yana yaşanan her büyük mücadelede Arap devletlerini yenilgiye uğratan İsrail’in, Mescid-i Aksa’nın himayesini nasıl Ürdün kontrolüne bıraktığına yanıt arayacağız.
İngilizler tarafından büyük bir coğrafyanın hâkimiyeti vaad edilmesi sonucu Şerif Hüseyin (1852-1931) Osmanlı Devleti’ne isyan etmiştir. Bu hareketinin karşılığı olarak 1921 yılında Şerif Oğlu Abdullah’a günümüzdeki Ürdün toprakları İngilizler tarafından hediye edilecektir. 1916 yılında imzalanan ve varlığını çok sonradan öğrendiğimiz ‘Sykes-Picot Antlaşması’ aslında bu topraklara dair paylaşımın daha önceden yapıldığının bir kanıtı niteliğindedir. Osmanlı’nın Kudüs’teki hakimiyetinin sona ermesi (2 Kasım 1917) ve İngilizlerin manda yönetimini Filistin’e ataması (9 Aralık 1917) gibi birbirine oldukça yakın olan bu tarihlere baktığımızda; Filistin’in bu denli yakınında bir devlet kurulmasına müsaade edilmesi İngiliz Devleti’nin, bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak Fransa’ya karşı bir tampon bölge kurmayı amaçladığını göstermektedir.
1919 yılında Birinci Dünya Savaşı biter bitmez Abdullah’ın(1951) kardeşinin [“Irak Kralı” olarak taç giyen Emir Faysal(1933)] , Akabe’de İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı olacak Chaim Weizmann(1952) ile özel bir görüşme yapması Şerif ailesinin Yahudilerle masaya oturmalarının da başlangıcını teşkil edecekti. İlerleyen yıllarda Kral Abdullah bu müzakerelerini kendi topraklarında da devam ettirecekti.
İki devlet arasındaki görüşmeler ilk meyvesini 1939 yılında İngiliz Devleti’nin yayınladığı “Beyaz Belge Anlaşması” esnasında verdi. Filistin kanadının avantajına olacak pek çok madde içeren bu anlaşma Arap devletleri tarafından -her ne kadar ilginç gözükse de- kabul edilmedi. Bunun altında yatan sebep; belgenin Yahudilere verdiği imtiyazların önünü keserek, göstermiş oldukları kararlılık ile Yahudi sorununu tümden bitireceklerine dair inançlarıydı. Kral Abdullah ise anlaşmaya olumlu bir şekilde yaklaşacaktı. Aradan çok zaman geçmeden 29 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komisyonu (UNSCOP) tarafından Filistin topraklarının Araplar ve Yahudiler arasında paylaşımını, Kudüs şehrine de uluslararası özel bir statü verilmesini öngören Filistin Paylaşım Planı tasarlandı. İsrail’in ilk başbakanı olan Ben Gurion, sınırları oldukça net olan bu tasarının planladıkları İsrail Devleti’nin önünü keseceğini düşünerek: “Umarım Arap Devletleri bu kararı kabul etmez ve bizimle savaşırlar. Aksi bir durumda topraklarımızı genişletemeyip belli bir bölgede kalacağız.” demiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında kurulan Arap Birliği Ordusunun başına geçen Abdullah ise Yahudi tarafıyla yapılan görüşmelerin ardından tasarıyı onaylayan tek Arap lider olmuştur.
29 Kasım 1947’de İsrail Devleti’nin kuruluşunun altını çizen bu tasarının onaylanmasıyla, Ürdün’ün tampon bölge misyonunun devamı niteliğindeki yol haritası da gözükmüştür.
Tasarının hemen ardından Kral Abdullah İsrail’e ilerleyen dönemde başbakanlık yapacak olan Golda Meir(1898-1978) ile Amman’da gizli görüşmede bir araya gelmişti. İsrail’i tanıyacağını belirten Abdullah buna karşılık olarak Birleşmiş Milletler’in tasarısında Araplara verilen yerlerin kendi krallık topraklarına ilhakını talep etmişti. Bu görüşmeden kesin bir sonuç ile ayrılmış olmasalar da iki devletin arasında bağlar kurulmuş, İsrail ile (gayriresmî olarak) ilk defa bir Arap Devleti masaya oturmuştu.
Tüm bu olanlara karşılık Arap-İsrail savaşından iki gün önce bir araya gelen Meir ve Abdullah belli konularda mutabık ayrılmıştı. Bunların önemlilerden biri de hiç şüphesiz Doğu Kudüs’ün himayesinin Ürdün Emirliği’ne bırakılmasıydı.
Günümüzde Mescid-i Aksa’daki murabıtların maaşlarının ödenmesi ve Cuma hutbesinin içeriğine kadar birçok şeyin kontrolü Ürdün Emirliği’ndedir. Tarihin ilerleyen dönemlerinde Ürdün’ün siyasi konjonktüründeki dalgalanmalara baktığımızda Kudüs’teki hâkimiyetinden birtakım tâvizler vermiş olduğu da açıkça görülmekte.
Savaşın sebeplerine ve sonuçlarına baktığımızda dikkatimizi farklı bir yöne çevirmemiz gerektiği gözler önüne seriliyor. Müslüman bir devlet olması hasebiyle tavrımızı net olarak ortaya koymamızı zorlaştıran Ürdün, en az İsrail kadar stratejik değer taşıyan bir ülke. Bugün hangi şartların akabinde gelişmekte olursa olsun, sahada ve masada en az İsrail kadar mevcut olan realiteler var. Bu realiteleri kavramak ve Kudüs’ün bugünkü konumunu doğru anlamak için Ürdün ile İsrail arasında gerçekleşen anlaşmaların bilinmesi gerekmektedir.
*Bu yazı marmarailahiyat.com‘da yayımlandı.