Loader

Semavî Dinlerde Kıble Anlayışı ve Kudüs

Paylaş
18 Eylül 2019, Gökçe Kınık, Dinler Tarihi, Kudüs Araştırmaları, Müif Blog 

‘’Kıble, Yahudilerin, Hıristiyanların, Müslümanların ve diğerlerinin ibadet esnasında döndükleri yöndür. Kıble konusundaki eski Yahudi uygulamasına ve ona atfedilen öneme Daniel Kitabı’nda (6/10) rastlanır. Hıristiyan kilise binalarındaki yön geleneği, kökenlerini Yahudi sinagoglarının Kudüs’teki Mabed’e doğru coğrafî olarak yönlendirilişinden ziyade, Greko-Romen mabetlerinin doğuya doğru kozmik yönlendirilişinde bulur. Birkaç küçük istisna dışında ilk Hıristiyan kiliseleri doğu-batı ekseninde yönlendirilmişlerdir. Kıblenin evrenselliği ise sadece İslam’da gerçekleştirilmiştir. İlk günlerde bir toplum olarak organize edilmeden önce Müslümanlar, kıblelerinin bir sembolü olarak kutsal Kudüs şehrine yönelmişlerdi. Mekke’den ayrılıp Medine’ye vardıklarında ilahî yönlendirme ile Hz. Muhammed (sav) halkını bir ümmet, bağımsız bir topluluk olarak organize etmeye başladı. Bu safhada Hz. İbrahim ile ilişkilendirilen Kâbe kıble olarak kabul edildi. Bu değişiklik hicretten yaklaşık on altı, on yedi ay sonra yapılmıştır. ‘’ [1] 

Yahudilik’te Kıble

Yahudilik açısından en önemli şehir olan Kudüs, kıble olma konusunda da bu özelliğini korumuştur. Yahuda tepelerinde kurulan ve İsrail devletinin merkezi haline gelen bu şehir, Kral Davud tarafından Yebusiler’den alınışından (II. Samuel, 24/16-25) ve ardından oğlu Hz. Süleyman tarafından M.Ö. 950’lerde Beyt-i Makdis’te inşa edilişinden sonra İsrail dininin de merkezi olmuştur. Yahve’nin sembolü sayılan Ahid Sandığı’nın, Mabed’in en kutsal mekânında bulunuşu da oraya ayrıca bir kutsallık kazandırmıştır. Ayrıca günümüz Kubbetu’s-Sahra camiinin içindeki Muallak Kayası eski Yahudi peygamberlerin ibadetlerinde yöneldikleri kıbledir. Tevrat’ta Kudsu’l-Akdes yani “kutsal yerlerin en kutsalı” anlamına gelen bu kayanın dibinde tarih boyunca Allah’a adaklar sunulmuştur.

Kudüs’ün Kral Süleyman tarafından kıble olarak tayin edilişi Kitab-ı Mukaddes’te şöyle anlatılmaktadır:

“Ya RABTanrım, kulunun bugün ettiği duayı, yalvarışı işit; duasına ve yakarışına kulak ver. Gözlerin gece gündüz, ‘Orada bulunacağım!’ dediğin bu tapınağın üzerinde olsun. Kulunun buraya yönelerek ettiği duayı işit. Buraya yönelerek dua eden kulunun ve halkın İsrail’in yalvarışını işit. Göklerden, oturduğun yerden kulak ver; duyunca bağışla.” (I. Krallar, 8/28-30)

Aynı şekilde Kudüs’teki İsraillilerin olduğu gibi, Kudüs dışındaki İsraillilerin de kıblesi idi:

“Halkın düşmanlarına karşı gösterdiğin yoldan savaşa giderken sana, seçtiğin bu kente ve adına yaptırdığım bu tapınağa yönelip dua ederse, dualarına, yakarışlarına göklerden kulak ver ve onları kurtar.” (I. Krallar, 8/44-45)

Sürgünde bulunan İsraillilerin de yine Beyt-i Makdis’e yönelerek ibadet etmeleri gerekiyordu:

“Onları sürgün eden düşmanların memleketinde bütün yürekleriyle ve bütün canlarıyla sana dönerlerse ve onların atalarına verdiğin memleketlerine, seçtiğin şehre ve ismine yaptığım eve doğru sana dua ederlerse; o zaman gökte, meskeninde dualarını ve yalvarışlarını işit ve onların davasını gör.” (I. Krallar, 8/48-49)

Kudüs, Romalılar tarafından ele geçirilişinden ve Beyt-i Makdis’in yıkılışından sonra da Yahudiler için dinî merkez ve kıble olma özelliğini sürdürmüştür. Hatta Orta Çağ’da Hıristiyanların ve Müslümanların idaresine geçtiği sırada Kudüs’teki Yahudi nüfusu oldukça azdır. Fakat sürgündeki Yahudiler için Kudüs, bütün Yahudilerin dua esnasında yöneldikleri kutsal şehir olmaya devam etmiştir.

Beyt-i Makdis’in yıkılışından sonra inşa edilen sinagogların yönü de Kudüs’e doğru idi. Ayrıca, sinagoglarda rulo halinde el yazması Tevrat tomarlarının saklandığı “Aron ha-Kodeş” adı verilen ve İslam’daki mihraba tekabül eden bölmeleri de Kudüs’e yönelik olarak yapılmıştır. Böylece Yahudilik’te gerek evde gerek sinagoglarda  ibadet esnasında Kudüs’e dönülmektedir. Buna “Mizrah (doğu yönü)” denilmektedir.

Hıristiyanlık’ta Kıble

Yahudiler dua ve ibadetlerinde Beyt-i Makdis’e yönelirken Hırıstiyanlar doğuya doğru yönelerek ibadetlerini yapmaktadırlar. Kudüs Bizans İmparatorluğu döneminde Hırıstiyanların elindeydi  ve onlar için kutsal sayılırdı. Buna rağmen Hıristiyanlar kiliselerini doğu tarafına konulan çıkıntı veya altarla (sunak) birlikte, Doğuya dönük olarak yapmışlardır. Gerçekte, hayat kaynağı sayılan güneş geceleyin kaybolduktan sonra tekrar Doğudan yükseldiğinden ibadet esnasında Doğuya yönelmek eski putperestlerin bir uygulaması olup bu âdet ilk Hıristiyanlar tarafından da benimsenmiştir. Çünkü Doğruluk Güneşi İsa Mesih Doğu’da, Beytüllahim’de doğmuştu. (Matta, 2/1) Ayrıca  Hz. İsa’nın doğumu üzerine gelen müneccimler de Doğu’dan geldiği gibi, onun doğumuna işaret eden yıldızları da Doğu’da görmüşlerdi. (Matta, 2/1-2)

Diğer taraftan İsa Mesih’in doğum yeri olan Beytüllahim, Kudüs’ün 5- 6 mil güneyinde bir köy olup Hz. İsa’nın doğumu anısına bir manastır içerisinde “Doğuş Kilisesi” inşa edilmiştir. Hz. İsa’nın doğduğu yerde inşa edilen bu kilise Doğu’da bulunduğundan dolayı  daha sonra inşa edilen diğer kiliseler, rahip ve cemaatin Doğu tarafta kurulan ilk altarla (sunak) yüz yüze gelebilmeleri için Doğuya dönük olarak inşa edilmişlerdir. Buna rağmen, altarın Doğuda bulunmuş olması gerçeğinin, ibadet eden her Hıristiyan’ın yüzünü Doğuya döndürmüş olduğu anlamına gelmeyeceği; çünkü en azından modern uygulamaya göre bir kilisede bulunan oturakların ibadete katılanların farklı farklı yönlere dönecekleri şekilde yerleştirilmiş olduğu belirtilmiştir.

Şu halde Hıristiyan kilise binalarında uzun bir seyir takip eden “yön” geleneği  kökenlerini Yahudi sinagoglarının “Kudüs Mabedine doğru” şeklindeki coğrafî yönlendirilişinden ziyade Greko-Romen mabedlerinin “Doğuya doğru” şeklindeki evrensel yönlendirilişinden alır. Nâdir istisnalarıyla birlikte, genellikle yer kısıtlamaları yüzünden, ilk Hıristiyan kiliseleri bir Doğu-Batı ekseni üzerinde yönlendirilmişlerdir. Bununla birlikte en eski kiliseler ve dördüncü yüzyılın büyük Konstantin bazilikaları, girişleri Doğuda olmak üzere, genellikle Batıyı gösterecek tarzda inşa edilmişlerdir. Ancak beşinci yüzyılla birlikte bu düzenleme, girişler Batı’da,  kilisede yarım daire şeklindeki çıkıntılı kısım Doğu’da ve Orta Çağ kiliselerine de ölçü olacak şekilde aksi bir plana sebebiyet vermiştir.

Bunun yanı sıra sadece Doğu’ya değil, bilakis dört yöne de mecazi ve manevi yorumlar atfedilmiştir. Mesela bu anlayıştan dolayı İncil Kuzey yönüne doğru okunmuştur. Çünkü Kuzey’in kovulmuş Şeytan’ın gücünü temsil ettiğine inanılmıştır. Şüphesiz gerçek uygulamada Doğu-Batı ekseni kesin plana göre nadiren düzenlenmiştir. Yine son zamanlarda kiliseleri pusulaya başvurmaksızın inşa etmek âdet olmuştur. Bu husus, modern insanın herhangi bir yöne yönelme sembolizmini çok zayıf bulabileceğine ve şehir arazilerinin bu geleneği yeniden ihdas etmeyi gerektirmeyecek kadar pahalı oluşuna bağlanmıştır.

Hristiyanların dua ve ibadetlerini Doğu’ya dönerek yapmalarına gerekçe olarak, Hz. İsa’ya inanan Meryem adında bir kadının onun mezarına akşam vakti giderken yolda Hz. İsa’nın gölgesini görüp ona secde etmesi ve o sırada Hz. İsa’nın yönü Batı’ya dönük olduğundan bu kadının Doğu’ya yönelmiş olduğu söylenmektedir. Bu durumu gerçekçi bulmayan Biruni, gölgeye secde etmek suretiyle onun Rab kabul edilmiş olacağını; o esnada Hz. İsa’nın yönü Batı’ya dönük idiyse, o durumda da Hıristiyanların kıblesine arkasını dönmüş olacağını ileri sürmüştür. Biruni’ye göre Hıristiyanların Doğu’ya yönelerek ibadet etmelerinde Kilise Babalarının da rolü vardır. Hıristiyanlık’ta, ibadet ve dua esnasında genellikle Doğu’ya yönelmek âdet olduğu gibi Hz. İsa’yı Son Gün’de Doğu’dan ihtişam içerisinde gelirken görebilmesi için, ölen kimseyi ayakları Doğu’ya gelecek şekilde gömmek de eski bir uygulamadır ve yer yer hala buna riayet edildiği de belirtilmektedir.

İslam’da Kıble

Hz. İbrahim’le başlayan ve Hz. Muhammed’e (sav) kadar gelen süreç içerisinde, ilahi kaynaklı dinler açısından Kâbe, Beyt-i Makdis ve Doğu yönü olmak üzere üç farklı kıble; Mekke ve Kudüs gibi iki dinî merkez ortaya çıkmıştı. Bu husus her üç dinin mensupları tarafından da bilinmekteydi. Dolayısıyla Kâbe ve Beyt-i Makdis, doğuşuyla beraber İslam’ın tescil ettiği iki önemli Mabed idi (bkz. Âl-i İmran, 3/96; İsra, 17/1). Hz. Muhammed(sav) ‘de bunun bilincindeydi. Nitekim kendisine sorulan bir soru üzerine yeryüzünde ilk inşa edilen mabedin Kâbe, ikincisinin de Beyt-i Makdis olduğunu söylemişti. [10]

Gerek peygamberliğinden önce gerekse peygamberliğinin başlangıç yıllarında Hz. Muhammed(sav) ve beraberindekiler namazlarında Kabe’ye doğru yönelirlerdi. Bu vahiyle tespit edilmiş bir husus olmayıp açıkçası Kabe’nin o dönemde İslam öncesi Arapların taptıkları çeşitli putlarla dolu olmasına rağmen o zamana kadar Tek Tanrı’ya adanmış ilk mabed olarak görülmesinin bir sonucu idi. Diğer taraftan Hz. Muhammed (sav), tevhid inancının öteki kutsal merkezi olan Kudüs’ün yüceliğinin farkında olduğundan, kural olarak Kabe’nin güney duvarının önünde durup kuzeye doğru namaz kılardı. Böylece hem Kabe’yi hem de Mescid-i Aksa’yı  karşısına almış olurdu. Hicret öncesi dönemde Mekke’de kıblenin Kudüs olarak kabul edilmesi, büyük bir ihtimalle baskı altında bulunan Müslümanların namazlarını açıkça eda edemedikleri ve ibadet için Kabe’ye giremedikleri bir sırada uygulamaya konulmuştu. Nitekim Hz. Peygamber (sav)’in Harem-i Şerif’e girerek namaz kıldığı sırada Ebu Cehl’in işkencesine maruz kalması da buna işaret sayılabilir.

Bazı görüş farklılıkları bulunmasına rağmen, Hz. Peygamber (sav)’in hicret öncesinde hem Kabe’ye hem de Kudüs’e birlikte yönelerek ibadet ettiği daha muhtemel gibi görünmektedir. Bu da Kudüs’ün niçin tercih edildiği şeklindeki bir soruya ve şu farklı görüşlere sebebiyet vermiştir:

Birinci görüşe göre Hz. Peygamber (sav) kendi oy ve katılımıyla böyle bir tercihte bulunmuştur. İkinci görüşe göre Beyt-i Makdis’le Kâbe arasında muhayyerdi. Fakat Yahudilerin iman etmelerini ve onların gönüllerini kazanmayı umarak Kudüs’ü tercih etmişti. Zeccac’a göre ise müşrikleri imtihan etmek içindi. Çünkü onlar Kabe’ye yakınlık duyuyorlardı. İbn Abbas’ın da içinde yer aldığı Cumhura ait olan üçüncü görüşe göre, Hz. Muhammed (sav)’in Kudüs’e dönmesi Allah’ın emri ve vahyi ile gerekli görülmüştü. Sonra Allah bunu neshetti ve namazda Kabe’ye yönelmesini emretti. Bu görüşe “Üzerinde bulunduğun kıbleyi…” (Bakara, 2/143) meâlindeki âyeti de delil göstermişlerdir.

Hicret öncesi döneme ait kıble ile ilgili rivayetlerden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber (sav) ve Müslümanlar namazlarını Kâbe ve Beyt-i Makdis’e birlikte yönelerek kılıyorlardı. Medine’ye hicret ettiklerinde bu iki kıbleyi birleştirme imkânı ortadan kalkmıştı. İbn Abbas’tan gelen rivayete göre Resulüllah (sav) Medine’ye hicret ettiğinde -ki Medine halkının çoğunluğu Yahudi idi- Allah, Peygamberine Beyt-i Makdis’e dönmesini emretti. Böylece Yahudilerin kıblesine yönelerek on altı-on yedi ay ibadet etti. Yahudiler buna sevinmişlerdi. Hz. Peygamber (sav)’in amacı Yahudileri İslam’a ısındırmak, İslam’a yönelmelerini sağlamak ve aslında Allah’tan gelen bütün dinlerin özde bir olduğunu anlatmak idi. Fakat Yahudiler dine ısınmak bir yana bundan şımararak, bir taraftan: “Muhammed ve adamları kıblenin neresi olduğunu bilmiyorlardı, biz onlara yol gösterdik”, diğer taraftan da: “Muhammed, dinimizin hükmünün geçmiş olduğunu iddia ettiği halde kıblemize yöneliyor” demeye başlamışlardı. Allah Resulü ise gönülden Mescid-i Haram’a yönelmek istiyor ve bunun için ilahi emri bekliyordu. Nihayet Bedir Gazası’ndan iki ay önce: “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin…” (Bakara, 2/144) şeklindeki emir geldi.

Yahudiler, Allah’ın belli bir nokta veya yön ile sınırlı olduğunu ve kıble değişikliğinin Allah’tan yüz çevirmek anlamına geleceğini düşünüyorlardı. Ayette: “De ki: Doğu da Batı da Allah’ındır…” buyurularak, bu yanlış anlayışa cevap verilmiş; “Doğu, Batı ve ikisi arasındakilerin mülkünün ve istediği herhangi bir tarafa yönelmeyi emretmenin de Allah’a ait olduğu; bu konuda her türlü tasarrufa sahip bulunduğu belirtilmiştir. Çünkü Yahudiler, Kudüs’e yönelmenin daha evlâ olduğunu; Nebilerin vatanı olduğu için Allah’ın orayı şereflendirdiğini ve yücelttiğini düşünüyorlardı. Bu ayetle Allah, onların bu şekildeki düşüncelerini reddetmiştir. Çünkü vatanın doğusu da batısı da Allah’a aittir.

 

Kaynakça

[1] Ahmet Güç, DİNLERDE KIBLE ANLAYIŞI, ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Cilt: 11, Sayı:2, 2002 ss. 1-30

[2] N. ERDEM, H.İNCE, TARİHİ KİLİSE VE HAVRALARDA KIBLE YÖNÜNÜN GNSS ÖLÇMELERİ İLE ARAŞTIRILMASI, 2016, Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul.

[3] Zehra B. Güney, Ağlama Duvarı mı Burak Duvarı mı?, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, 2018, 5 (15), s. 57.

[4] T. J. Winter, Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak, çev. Muhammed Şeviker (İstanbul: Gelenek Yayıncılık, 2003), 269 s.

[5] XVII. YÜZYILDA KUDÜS’TE OLMAK: HIFZÎ’NİN KUDÜS İZLENİMLERİ, Bilge KARGA GÖLLÜ, 2018, Çukurova Üniversitesi, Adana.

*Bu yazı marmarailahiyat.com‘da yayımlandı.

Loading

Bunlar da ilginizi çekebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir