3 Mayıs 2019, Beyzanur Armağan, Dinler Tarihi, Kudüs Araştırmaları, Müif Blog
Sevgi ve nefretin, hırs ve arzunun, dürüstlük ve yalancılığın, direniş ve teslimiyetin iki bin yıldır karşı karşıya geldiği mübarek belde. Akıl ve kalpleri sarsan muazzam bir serüvenin başlangıç noktasına varmak isteyenleri kucaklamaya daima hazır, bekliyor. Biz de nübüvvetin kokusunu üzerinde taşıyan bu toprakların davetine icabet ediyoruz.
Şehrin doğu, batı ve güneyden kuşatan üç vadi ile korunaklı bir yapıya sahip oluşundan dolayı yerleşim yeri olarak seçildiği tahmin ediliyor. Moriya, Zuhur, Sion, Zeyta ve Ekra tepeleri üzerine kurulan şehrin sınırları zamanla genişlemiş ve Zeytindağı, Mükebber Dağı gibi bazı bölgeleri de içine almıştır.
Kudüs kuruluşundan itibaren oldukça sağlam surlarla çevriliydi, zira o dönemlerde surlar, bir şehri savunmanın olmazsa olmaz şartıydı. İlk surlar M.Ö 2500’lü yıllarda Yebûsi Araplar tarafından inşa edilmiş, tarih boyunca defalarca saldırıya maruz kalıp birçok defa yıkılmış ama hemen yeniden imar edilmiştir. Günümüzdekiler ise o tarihteki surların bir saldırı karşısında şehri koruyamayacağını fark eden Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1542 yılında Moriya Tepesi üzerine yaptırılmıştır. 4200 metre uzunluğundaki surların halen açık yedi kapısı bulunmaktadır: El-Halil (Yafa), Cedid, Amud (Şam), Sahira, Megaribe, Esbat ve Davud kapıları. Bu kapılardan herhangi birinden adımınızı attığınızda bambaşka bir dünya karşılar sizi: Eski Kudüs. Belki de dünyanın en dar alanda en çok etnik çeşitliliğe ve kutsal mekâna sahip alanıdır burası; Müslüman, Ermeni, Hıristiyan ve Yahudi mahalleleri yan yana sıralanıyor. Müslümanlar için Miracın ev sahibi Mescid-i Aksa, Yahudilerin Süleyman Mescidinin batı duvarının kalıntısı olduğuna inandıkları Ağlama Duvarı, Hıristiyanların ise Hz. İsa’nın son yürüyüşünü takliden hac ibadetlerini eda ettikleri Via Dolorosa (Türkçesiyle Çile Yolu) ve bu yolun son durağı, Hz.İsa’nın mezarına ev sahipliği yaptığına inandıkları Kıyame Kilisesi…
Biz de ilk olarak Süleyman surlarının üzerine inşa edilen, El-Halil Kapısından başlayıp Esbat Kapısına uzanan özel güzergâhı kullanarak Kadîm Kudüs’ü yukarıdan seyretme fırsatını yakalıyoruz.
Sur üzerinde yürüyüş esnasında Eski Şehir’e bakış
Şam Kapısı’nın önünde durup biraz soluklandıktan sonra yolculuğumuza başlıyoruz.
Kapıdan içeri girip Mescid-i Aksa’ya doğru adımlarımızı atarken öyle duygular hissettik ki sanki herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyor, bir takım görev ve sorumlulukları üstlenmiş, tüm insanlığı temsilen burada dolaşıyordu. Pazarda geleneksel kıyafetiyle yere oturmuş, bahçesinden topladığı sebzeleri satan yetmiş yaşlarındaki Filistinli teyze, arkasından Tevrat okuyarak geçen şapkalı Yahudi ve sonra yanımızdan omuzlarında devasa bir haç yüklenmiş, gözyaşları içerisinde Kıyamet Kilisesine doğru ilerleyen Hıristiyan hacı kafilesi… Her birinin arzusu ve emeli apayrı, birbirlerini umursamadan devam ediyorlar hayatlarına. Sıra dışılık normalliğe, tahammül hayat tarzına bürünmüş bu şehirde.
O buruk, epeyce hüzne bürünmüş Ezan-ı Muhammedi’yi takip ederek vardık Harem-i Şerif’e. Burası Müslümanların ilk kıblesi ve yeryüzünde Mescid-i Haram’dan sonra inşa edilen ikinci mescid. Mabedin Mekke’ye uzaklığından dolayı aldığı Arapça “uzak mescid” anlamına gelen Mescid-i Aksa Hadis-i Şeriflerde defalarca zikredilen, ibadet ve ziyaret maksadıyla gidilmesi gereken üç mescidden biri.
İmarına ilk olarak Hz. Ömer’in Kıble Mescidini inşa ettirerek başladığı Mescid-i Aksa, günümüzdeki haline ulaşana dek nice değişiklikler geçirmiş. Haçlılar 15 Temmuz 1099 yılında Kudüs’ü ele geçirdiklerinde Kıble Mescidi’ni kiliseye çevirmiş, İslami simgeleri Hıristiyanlığınkilerle değiştirmişler. Hatta Mescidin giriş kapısının üzerinde yer alan altı adet nişi göstererek bunların Haçlılar döneminde heykel koyulan yerler olduğunu söylemişti Kudüslü bir teyze.
Kıble Mescidi’nin giriş kapısı.
Taç kapının üzerinde Haçlılar zamanında heykel konulan altı adet niş görülmekte.
Ve Kubbetü’s-Sahra ki altın sarısı rengi bir mıknatıs gibi uzaklardan çekiyor insanı… Emevi halifesi Abdülmelik tarafından yaptırılan devasa kubbe, Hz. Peygamber’in(sav) mübarek ayağını üzerine basarak Mirac’a yükseldiğine inanılan kayayı gözlerden sakınırcasına bir örtü gibi kaplıyor. Kudüslülerin söylediğine göre Hâkka suresinde geçen “O gün Rabbinin Arşını bunların da üstünde sekiz melek yüklenir” ayetine imtisalen bina, Emeviler döneminde özellikle sekizgen şeklinde inşa edilmiş. Abbasiler, Fatimiler ve Osmanlılar döneminde defalarca restore edilen Kubbetü’s-Sahra Osmanlı devrinde en güzel tezyinî çinilerle bezenmiş, dış duvarlarına fırdolayı Sultan II. Abdülhamid tarafından hat üstadı Mehmed Şefik Bey’e sülüs hatla Yâsin suresi yazdırılmış.
İçinde bulundurduğu ve onlarca sultanın elinin değdiği mescitler, kubbeler, minareler, kemerler, medreseler, revaklar ve İslam Müzesi ile bir tarih şöleni adeta Mescid-i Aksa. İslam medeniyetini ve Kudüs’ün derinliğini kavramak için benzersiz bir mekân.Mesela Eyyûbiler zamanında inşa edilen Silsile Kapısı ile Memlukler döneminde inşa edilen Kattânin Kapısı arasında bir noktaya oturup yüzümüzü Emevilerin hatırası olan Kubbetü’s Sahra’ya çevirdiğimizde karşımızda Memluk Sultanı Eşref Kayıtbay’ın yaptırdığı süslü sebili seyrediyoruz. Dahası, sağındaki musalla da Osmanlılardan hatıradır. Biraz güneyine gidince yine Osmanlı’nın Kudüs’teki ilk eseri olan Kasım Paşa Şadırvanı karşılar bizi. Sebilin arkasında bulunan merdivenlerin başında ise Fâtımilerin mührünü taşıyan taş kemerler vardır. Sırtımızı dönmüş bulunduğumuz revaklar da Eyyûbilerin Kudüs’teki imzalarındandır.
Kudüs tam anlamıyla bu karedir işte: Bir bakışta asırları yan yana görmek.
Osmanlı devrine ait bir fotoğrafta sol tarafta Kasım Paşa Şadırvanı, arkada ise Kayıtbay Sebili görülmekte.
Bir sonraki namaz vaktine kadar Mescid-i Aksa’dan müsaade isteyip Kıyamet Kilisesi’ne varıyoruz. Burası Hıristiyanların Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğine, öldüğüne, dirildiğine ve göğe yükseldiğine inandıkları; Via Dolorosa’da ziyaret ettikleri 14 durağın ardından hac ibadetlerini hitama erdirmek için geldikleri son durak. Tamamı mezhepler arasında bölüşülen bu kilisenin içerisindeki sistemi anlamak hakikaten zaman alıyor. Adeta farklı mezhepler değil de farklı dinlerin bölümleriymiş gibi taksim edilmiş ayin yerleri. Her birinden farklı bir melodi yükseliyor, farklı kıyafetler, farklı uygulamalar… Herkes birbirine karşı buz kesilmiş, hiçbir bağlantısı olsun istemiyor gibi.
Ayinlerden birini izlemek üzere Ortodokslara tahsis edilen kısma geldiğimizde başlarına fes giymiş, ellerinde tokmak olan iki görevli ile karşılaştık. Neden fes taktıklarını sorduğumuzda aldığımız cevap şaşırtıcıydı: “Burayı eskiden Türkler koruyordu, biz de o geleneği yaşatmak adına buradayız. Rahiplerin giriş çıkışları esnasında onları biz muhafaza ediyoruz. Türkler gibisi yok, Türkler gibisi yok…”
Kutsal Kabir Kilisesinde başında fesi ve elinde tokmağıyla rahipleri muhafaza etmekle görevli “Türk” muhafız.
Biraz sonra Ortodoks ayini sona erdi ve tanıştığımız iki muhafız, kilisenin çıkışına kadar rahiplere yol boyu eşlik etti. Bizlerse bu küçük oyunun seyircileriydik, gerçeğe dönmesini özlemle bekleyen.
Osmanlı zamanına Kudüslü Müslümanların ne kadar hasret kaldığını biliyorduk; hem kendileri bunu çokça dile getiriyor hem de gözleri zaten bunu konuşuyordu. Ama bu itirafı Hıristiyanlardan duymak? Onlardan işittiğimizde ecdadımızın bu topraklara dört asır adaleti, barışı ve huzuru getirdiğini bir kez daha idrak ettik. Osmanlı’nın gitmesiyle bu toprakların neler kaybettiğini de.
Kıyamet Kilisesi’nden çıkarak hemen bitişiğinde bulunan Ömer Mescidi’nde soluğu aldık. Selahaddin Eyyubi’nin oğlu Efdal’in 1194 yılında inşa ettirdiği mescid 1860 yılında Sultan Abdülmecid Han döneminde minare eklenmesiyle teşekkül etmiş ve cami olarak günümüze dek kullanılagelmiş. Hz. Ömer’in fethin ardından İlya halkına verdiği Emanname’nin[1] bir örneği ise mermer üzerine yazılarak cami duvarına konulmuş. Adeta yanı başındaki Kilisede süregelen anlaşmazlıklara asaletle meydan okuyor.
Ömer Mescidi’nin dış duvarında bulunan Hz. Ömer Emannamesi.
Son olarak Burak Duvarı’nı ziyaret ediyoruz. Efendimizin (sav) Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlere imamlık yapmadan önce bineği Burak’ın yularını bağladığı söylenen duvar burası. Yıkılan Süleyman Mescidi’nin bir kalıntısı olduğuna inandıkları bu duvarda ağlayan Yahudi fanatiklerin en büyük emeli Kubbetü’s-Sahra’nın bulunduğu mekâna yeniden kendi tapınaklarını inşa etmek. 7. yüzyıla kadar Kudüs’e girmeleri yasaklanan, Avrupa ülkelerinde şehirlerden kovulan Yahudileri, Osmanlı Devleti himayesi altına almış ve ibadet ettikleri bu duvarı tamir etmiştir.[2]
Gezimizi tevekkülü, şükrü ve en çok da sabrı öğreten,barış için yaratılan ama Osmanlısız geçen son asrında barışa hasret bırakılanbu şehre veda ederek değil, “görüşmek üzere” diyerek noktaladık. Zira biz dönüyorduk ama hafızamıza, gönlümüze, ruhumuza nakış nakış işlediğimiz her bir hatıra bizimle beraber yaşayacaktı.Gün gelecek Kudüs’ün ruhunu sıkan zincirler eskiyecek ama o dipdiri kalacak ayakta; ve bir gün yeni Selahaddin’ler unutulmuş tebessümleriyle kapısında belirecek.
KAYNAKÇA
[1] Hz. Ömer Emannamesi ile ilgili detaylı bilgi için bkz. : Aykan, Rümeysa, “Kudüs’ün İslam’daki Yeri ve Bir Adalet Nişanı Olarak Hz. Ömer Emannamesi”, 26 Nisan 2019 https://www.marmarailahiyat.com/kudusun-islamdaki-yeri-ve-bir-adalet-nisani-olarak-hz-omer-emannamesi/
[2] Burak Duvarı ile ilgili detaylı bilgi için bkz. : Armağan, Beyzanur, “Bir Duvar, Üç İsim”,23 Nisan 2019
https://www.marmarailahiyat.com/bir-duvar-uc-isim/
[3] “Mescid-i Aksa Rehberi (Haremi Şerif)”, Passia, Ağustos 2013.
[4] Kılınç, Taha, “Kudüs Nasıl Gezilmez?”, Yenişafak, 4 Nisan 2018.
https://www.yenisafak.com/yazarlar/tahakilinc/kudus-nasil-gezilmez-2045115
[5] Dr.Musa İsmail Basit, Dr.Hamza Zib Mustafa, Dr.Gassan Musa Muhibiş, Dr. Said Süleyman Kik, “Kudüs Tarihi”, Nida Yayınları, Ağustos 2011.
*Bu yazı marmarailahiyat.com‘da yayımlandı.